Uzun havasıyla Fransızın gözünü buğulandırıyor, halayıyla Amerikalıya mendil sallatıyor. Söyleyişi caz tınılı, altyapısı elektronik, orkestrası filarmonik türkü albümleri, konserleri gani. 27. albümü 'Dillerdeki Türküler'i stüdyoda eski usul, sazların gözüne baka baka okuyan Sabahat Akkiraz'la dahili köklerinden harici şöhretine uzandık
10 Temmuz 2010
Bestelediği bir deyiş Harrison Ford’un ‘Crossing Over’ adlı filminde kullanılıyor, Fransa’da söylediği halaylarla Fransızlar kendinden geçiyor. Londra
Caz
Festivali’ne davet edilmek ya da Berlin Filarmoni Orkestrası ve bas-bariton Thomas Quasthoff ile birlikte konser vermek, onun ajandasındaki olağan işlerden yalnızca birkaçı.
Sabahat Akkiraz, Alevi geleneğinin, etnik müziğin Türkiye’de önde gelen isimlerinden... 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinliklerinde kendisine bugüne kadar yer verilmediyse de o Meksika’dan Yeni Zelanda’ya,
Norveç
’ten Malezya’ya kadar pek çok ülkeden davet alıyor. Elektronik müziği Doğu ezgisiyle buluşturan Orient Expressions ile hazırladığı ‘Külliyat’ albümü, Doublemoon etiketiyle 16 ülkede basıldı. Bu hafta bir albümü daha çıktı. Akkiraz, 27’nci albümü ‘Dillerdeki Türküler’i stüdyoda canlı performansla seslendirdi.
Teknolojiye inat, orkestrayla göz göze gelerek söylemenin heyecanını yaşayan Akkiraz, müziğini nasıl ileri noktalara taşıdığını, Dünya Müzik Enstitüsü ile Carnegie Hall’da beş konserlik turne gibi sıradaki projelerini de, Alevilerle ilgili sorunların halen çözülememesi hakkındaki sitemini de anlattı.
‘Dillerdeki Türküler’de diğer albümlerden farklı olarak neden canlı performansı tercih ettiniz?
Profesyonel olarak mesleğe başlayalı 30 yılı geçti. O zamanlar türküleri iki saat boyunca, sazlarımızın gözünün içine bakarak, büyük bir heyecanla söylerdik. Ve halk bu heyecanı, enerjiyi hissederdi. Bunu özlemiştim. Bu sefer öyle bir çalışma yapayım dedim, istediğim gibi gerçekleşti. Enstrümanları çalan arkadaşlarımla stüdyodaydık. Eskiden kanallar şimdiki gibi dijital değildi. Şimdi sazlarla sesin kaynaşması ayrı ayrı yapılıyor. Sazın üstüne saz alt yapıyor, solist üstüne okuyor. Canlı performansta enstrümanlarla enerji birleşimi oluşuyor. Çok kolay değil. Şimdi arkadaşlarımı görüyorum. Kelime kelime kayıt yapılıyor. Bu biraz da tonmaysterin bilgeliği. Konserler de bile playback okunuyor. Ama canlı performans gibisi yoktur, şimdi kolayına kaçılıyor.
Derlemeleriniz var. Bunları albüme koyuyor musunuz, sadece konserlere mi saklıyorsunuz?
Yıllardır derleme yaparım. Bu albümde konserde okuduğum ama albümlere koymadığım türküleri okudum. Ama bütün albümlerimde derlemelerim var. 20 seneden fazladır yapıyorum bunu. Çünkü bir sanatçının üretimden beslendiğini bilen birisiyim.
Bir Fransız ve uzun hava
Bağlama çalıyor musunuz?
Bağlama bazen nota sesleri için gerekiyor, basıyorum ama öyle halkın içine çıkıp da gösterecek kadar değil. Çok isterdim tabii ki.
İki saat, su bile içmeden konser performansınız var, nasıl başarıyorsunuz?
Biz resital sanatçısıyız, sahneye çıkıp iki saat okuruz, okudukça da sesimiz açılır.
Uluslararası müzik camiası için de önemli bir isimsiniz. Caz, hatta elektronik denemeleriniz oldu. Siz müziğinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Anadolu’ya mahsus, otantik. Âşık ağzı, ozanlık geleneği dediğimiz, bin yıldır bize aktardıkları, geleneksel tarzımız. Gerçekten de bugüne kadar özünü bozmadan icra etmeye çalıştım. Bazen araçlar değişebilir; elektronik, Batı sazları, caz enstrümanları gibi. Bütün isteğim, kendimizi anlattığımız o otantik tarzımızı, türkülerimizi insanlara o araçlarla da aktarmayı başarmak. Dünyanın her tarafında festivallerde bulundum, çok da hoşnut olarak döndüm.
Yurtdışında konser vermek, Fransız’a uzun hava okumak, Amerikalı’ya halay söylemek nasıl bir duygu? Onlar dinlerken ne hissediyor sizce?
Anadolu ayrı bir bölge, bir gökkuşağı gibi çok güzel müzikleri var. Bir Fransız’ın uzun havadan etkilenmesi çok garip gelebilir. Dilimizi bilmiyor, kültürümüzü bilmiyor. Ama gerçekten etkilendiklerini anlatıyorlar, halaylarımızda mendil sallıyorlar, hele deyişlerimizin mistik bir havası olduğunu söylüyorlar, ellerini havaya kaldırarak eşlik ediyorlar. ‘Tanrı söylüyor’, ‘Onu anlatıyor’ diye katılıyorlar. Müziğin evrenselliği bu, duygusal bir enerji. Onu hissediyorlar. Ben de akatarabildiğim için o şevkle memnun oluyorum. Ama övüncü Anadolu’ya bırakıyorum.
Yurtdışına gidip konserler vermek sizin tercihiniz mi? Berlin Filarmoni Orkestrası’yla sahneye çıkmak istiyorum gibi bir talebiniz mi oluyor yoksa onlar mı sizi davet ediyor?
Uluslararası festivallerde talep edilirsiniz, istenirsiniz, çağrılırsınız. Ben Almanya’da büyürken bir bakıyordum, bir İspanyol şarkıcı, Paco de Lucia gitarıyla çalıp söylüyor. O insanları algılamaya çalışıyorduk. Kendi ülkem adına diyordum ki, ‘Ya bizim de kendimize ait müziklerimiz var, bizim de dünya müziği içinde yerimiz var’. Gerçekten birkaç festivalde bu pekişti. Güney Amerika’ya gittik, önümüzde bir de Amerika turumuz var, Yeni Zelanda var, Avusturya var. Son birkaç senedir uluslararası festivallerde onların konser komiteleriyle, kültür bakanlıklarının organizasyonuyla davet edilip gidiyoruz. Üstelik o üniversitelerde workshop’lar yapıyoruz, konservatuvardaki gençlere sazımıza varana kadar tanıtıyoruz. Bir yerde kültür elçiliği gibi oluyor.
‘Güzel bakan, güzel görür’
Caz tadında, elektronik altyapısıyla hazırlanmış türkü albümleriniz de var. Caza veya elektronik müziğe özel bir ilginiz var mı?
Bana o teklif gelince gerçekten düşündüm. Çok caz bildiğim yok ama yapmalıyım dedim. Çünkü risk almalısınız ki müzik ilerlesin. Yoksa böyle bir deneme yapmazdım. Çok otantik ezgiler söyleyen birisiyim ama dinleyicilerim dinlemez, beğenmez diye düşünürsen müzik ilerlemez. Caz da böyle oldu. Kalktık gittik Londra Caz Festivali’ne, dediler ki biz sazlarımızla eşlik edelim, siz de türkülerinizi söyleyin. Gerçekten çok hoşuma gitti. Biz doğaçlama geleneğinden geliyoruz. Ozanlık geleneğinde böyle serbest bir form vardır. Canlı kayıt olarak ülkemize de geldi, 150 binin üzerinde albüm satıldığı söylendi. Şaşırmıştım doğrusu.
Bir ‘sanatçı duruşu’nuz var ama hesaplanmamış, doğal bir duruş bu sanki...
Yaşınızla da, kişiliğinizle de bir sanatçı sorumluluğunuz var. Bu halkın müziğini yapıyorsunuz; derdini, sorununu, sevdasını, coşkusunu, her şeylerini aktarmışlar o müziğe. Aktarırken de bir ayna gibi olmuşlar, halk kendini görmüş orada. Şimdi siz öyle dikkatli davranmalısınız ki... Çünkü o aynanın sırrı, sırsız olması! Sanatçı dinleyicisinden 20 yıl, belki daha fazla yıl önde olabilmeli, düşünebilmeli. Riske girecekse müzik adına yapmalı bunu. Siz bir aktarıcısınız, bunu yaparken temiz bir görüntü olması lazım. Tabii ki zordur, bizim de acılarımız, tatlılarımız var. Her türlü duyguyu yaşıyoruz. Ama onlar sizi sevmişler, özel bir yere koymuşlar. Neşet Ertaş’ın bir türküsü vardır, ‘Gönülden gönüle yol gizli gizli’ der. Bu kadar güzel sözlerin, duyguların içinde sizin güzellik hissetmemeniz, güzel olmamanız mümkün mü? Güzel bakan, güzel görür.
Hep güler yüzlü müsünüzdür? Hiç kızmaz mısınız?
Modern bir ülkede (Almanya) büyüdüm. O modern ülkenin size verdiği çok şey vardır ama bir Anadoluluyu da çok iyi biliyorum. Çok özeldir onlar, bilgedir, onların içinde olmak, o gelenekler çok hoşuma gider. Güzel olanları alırım hep. Arı gibi hissederim bazen kendimi. Sevgilere konmak, güzellikleri almak sizi geliştirir, kendinizi aşarsınız. Anadolu insanı, birbirine kırgın da olsa misafirini gülerek karşılar. Annemle babam da öyleydi, bizde böyledir.
2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinliklerine katıldınız mı?
Beni Almanlar çağırıyor ama 2010 için çağrılmıyorum. Hiçbir etkinlik için davet almadık.
Projeler de verdik ancak kabul edilmedi. Çok önemli değil ama İstanbul’da yaklaşık 4.5 milyon Alevi’nin yaşadığı söyleniyor. Sonuçta Opera Festivali yapılıyorsa, azınlık müzikleri için etkinlikler yapılıyorsa Alevilerle ilgili etkinlikler de olmalı.
‘Alevi sorunu istense 10 günde çözülebilir’
Alevi Çalıştayı’na katıldınız. Sizce bu çalıştaydan olumlu sonuçlar çıktı mı veya yakın zamanda çıkacak mı?
Sanatçı olarak taleplerimizi sunduk orada. Ne oldu? Bir adım dahi atılmadı. Cemevleriyle ilgili söylemler oldu, çocukların okullarda zorunlu din dersleriyle ilgili taleplerini dile getirdik. Madımak Oteli’nin müze olması konuşuldu. Madımak’ı satın aldılar, ne oldu? Biz de alabilirdik. Kültür Bakanlığı, Alevilikle ilgili herhangi bir belgesel çalışma yapmamıştır. Üniversitelerde, müftülüklerde arşiv var, bu arşivlerin dilimize çevrilip bilinmesini istedik. O zaman doğruları biz de, Sünni dostlarımız da bilirdik. Açılmasını istedik ama hiçbir adım atılmadı. Hem Alevi, hem Sünni dostlarım var. Çok azı Aleviliği tanıyor. Bilmiyorlar, rastgele, bilmeden konuşuyorlar. Türban konusunda da sorun var; üniversitedeki kızların okula girememesi, kapıda kalması çok üzücü. Ancak Amasya’da da Alevi kızları okul değiştirmek zorunda kaldı. Onlarla ilgili hükümet ne yaptı? Öğretmenle ilgili bir soruşturma açıldı mı? Yok! Sivas’ta bir araştırma yapılmadı. Çünkü insanları din, dil, ırk ve mezhep farkı gözeterek ayırıyorlar. Ülkede sürekli gerginlik var. Alevilerin sorunları istense 10 günde çözülebilir. Hepsi nemalandıkları için midir, nedir? Gerçekten hâlâ bu güzelim toprakları mahvediyorlar. Vardır ya, ‘İstanbul güzel ama sahipleri pek yaman’. Biraz da Sünni dostların kendileriyle yüzleşmesi gerekiyor. Sivas katliamının bedelini kimse ödemedi. Siyasiler bunu kullanıyor, nemalanıyorlar. Şimdi güzel bir rüzgâr var. İnşallah Kemal beyin (Kılıçdaroğlu) rüzgârıyla gelir de meseleyi çözerler. Temsil sorunu var, Alevi milletvekili sayısı 10’u geçmiyor. Biz Alevi partisi kurulmasına da karşıyız, siyaseti böyle algılamıyoruz ancak Alevilerin temsiliyeti sorunu derinleşmiş durumda.
Okyanus aşırı seyahat bileti: 13’ünde ilk 45’lik
Sabahat Akkiraz, 1955, Sivas doğumlu. İlk 45’liğini 13 yaşında, müzikle uğraşan ailesinden etkilenerek,
Orhan Gencebay
ve Musa Eroğlu’nun desteğiyle çıkarmış. 14 yaşında ailesiyle Almanya’ya yerleşmiş. Orta ve lise eğitimini orada tamamlamış. Musa Eroğlu ile çıkardığı ilk profesyonel albümü ‘Şafak Söktü’nün tarihi 1983. Sonra, Arif Sağ ile birlikte art arda yaptığı albümler, Türkiye’nin dışında birçok ülkede de milyonlarca basılmış.
Şimdiye kadar 27 albüm yapmış Akkiraz. Çoğunlukla da kendi derlediği türküleri, deyişleri ve uzun havaları seslendirerek...
Yaptığı müziğin türüne bağlı olarak yurtdışı macerası da daha ilginç tabii. Akkiraz, 90’lı yıllarda ilk uluslararası davetini alarak Hollanda’da dört konser düzenledi. 1997’de Londra Caz Festivali’nde Grand Union Orchestra ile verdiği ‘Echoes From Anatolia’ (Anadolu’dan yansımalar) konseri, bir halk müziği sanatçısının caz ve türküler üzerine hazırladığı ilk uluslararası proje oldu. 1999’da Londra’daki Queen Elizabeth Hall’da ‘Women of Tradition’ (Geleneğin Kadınları) projesinde Türkiye’yi temsil etti.
Tunus’tan Yeni Zelanda’ya
Fransız Kültür Bakanlığı’nın davetlisi olarak Kasım 2000’de gittiği Fransa’da etnik müziğin mabedi kabul edilen Theatre de la Ville’de konser veren ilk Türk oldu. Le Monde, Le Nouvel Observateur, Le Figaro’da konserleri ve müziği hakkında tam sayfa yazılar yaymlandı. Hayatı ve çalışmalarının anlatıldığı Fransa-
Belçika
ortak yapımı belgesel, yabancı müzik kanallarında yayınlandı.
2008’de Berlin Filarmoni eşliğinde dünyaca ünlü bas-bariton Thomas Quasthoff’la konser verdi. 31 Mart-1 Nisan 2001’de Brezilya’da iki konser vererek türküleri ilk defa Güney Amerika’ya, okyanus ötesine taşıdı. Mercan Dede’yle birlikte hazırladığı ‘Kerbela’ adlı eserin yer aldığı Mercan Dede albümü ‘Su’, BBC World Music Chart’ta ilk sıraya kadar yükseldi. Orient Expressions’la hazırladığı ‘Külliyat’ albümüyse aynı listede altıncı sıraya kadar çıktı. 16 ülkede basılan bu albüm, Anadolu müziğiyle elektroniğin en iyi harmanlandığı albüm kabul ediliyor.
2011 projeleri de şimdiden hazır. Dünya Müzik Enstitüsü ile New York’taki Carnegie Hall’da beş konserlik bir turne var. 15-17 Ekim’de Tunus’ta konser verecek, kasım sonunda Yeni Zelanda’da olacak. Sonra da Manhattan, Sydney, Melbourne, Tokyo ve Endonezya’da konserlere katılacak.
YORUMLAR